Birini öldürdüğünüzde onu gerçekten yok etmiş olur musunuz? Ya adı hala anılıyorsa? Ya hikayesi anlatılıyorsa? O zaman bir insanı yok etmenin en kesin yolu nedir, onun öldüğünü bile unutturmak mı?
Bilge Karasu’nun Gecesi, sadece kaybolanları değil, geride kalanları da anlatıyor. Tanık olup susanları, görmezden gelenleri, yok oluşa ortak olanları… Geceleri iz bırakmadan kaybolan insanlar var, ama asıl tehdit belki de hala ortalıkta dolaşanlarda. Onlar ne biliyor, neyi unutmayı seçiyorlar?
Roman, gerilim ve belirsizlik üzerine kurulu. Kimin anlattığı, kimin izlediği, kimin yok olduğu hep muğlak. Bir anlatıcı var ama ona güvenebilir miyiz? Anlatılanlar gerçekten yaşanıyor mu, yoksa bir başkasının kurgusu mu? Karasu, bu belirsizlikle okurunu rahatsız etmeyi, onu da hikayenin içine çekmeyi amaçlıyor.
Dili de tıpkı hikayesi gibi çok katmanlı. Cümleler bazen keskin ve net, bazen sisin içinde kayboluyor. Parçalar birleşiyor, sonra tekrar dağılıyor. Roman ilerledikçe, okur da tıpkı karakterler gibi yönünü kaybetmeye başlıyor. Ama belki de Karasu’nun yapmak istediği tam olarak bu. Okuru da gecenin içine çekmek.
Gece okuması kolay bir roman değil. Ama içine girdikçe, katman katman açılan, sorular sordukça derinleşen, karanlığıyla baş başa bırakan bir metin. Bir anlatıyı takip ettiğinizi sanırken, bir bakmışsınız o anlatının içinde kaybolmuşsunuz. Peki, kaybolmaya cesaretiniz var mı?